> Birinci Dünya Savaşı Uzun Okuma

Türk-Alman İttifakının Perde Arkası

(Türk – Alman İttifak Antlaşması metni için bakınız…)

Birinci Cihan Harbi’ne girdiğimiz zaman Avrupa’nın manzara-i umumiyesi şöyleydi: Britanya İmparatorluğu’nun yeryüzünde bütün kıtalarda dominyonları, kolonileri vardı. Bu imparatorluk dünyanın en kalabalık ülkesiydi. Çünkü başta Hindistan Yarımadası, bugünkü Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Nepal ve Seylan’ı içeren bir coğrafyadır. Ve yine Hindiçin’de belirli bölgeler Britanya’nın elindeydi. Çin’i ise Hong Kong dolayısıyla kontrol edebilmekteydi. Hong Kong bölgesel anlamda parazit toplayıcı ve dağıtıcı bir şehirdi, kıtayı sömürürdü. Avustralya ve Yeni Zelanda gibi Pasifik Okyanusu’na açılan bölgeler de onun elindeydi.

Hint Okyanusu dediğimiz sadece Hindistan değil, yarı yarıya Rusya ile işgal altında bulundurduğu İran ve ayrıca Doğu Afrika Kıyısındaki koloniler, gene Afrika’nın en verimli ve insanlarının en kabiliyetli olduğu bölgeler denetimi, yönetimi altındaydı. Güney Amerika’nın Guyana bölgesini kontrol etmekteydi. Ve burada artık İspanyol hâkimiyeti bittiği için Güney Amerika ticareti başka kuvvetlerle birlikte İngiltere’nin elindeydi. İngilizce artık Fransızcaya rağmen bir dünya dili, hatta bir diplomasi dili olarak yerleşmekteydi.  İngilizce konuşan ulusların geleceği elinde tutacağı anlaşılmaktaydı.

Osmanlı İmparatorluğu, Tanzimat’tan beri yanılmaz ve şaşmaz bir şekilde İngiltere ile zıt bir siyaset gütmeme sistemine oturmuş iken, Rus-Türk savaşı arifesinde bu durum değişti. 1876’da Osmanlı dış politikasında Mithat Paşa ve etrafındakilerin inancı; Rusya ile olan savaşta İngiltere’nin destek olacağı üzerineydi. Halbuki artık ne Mustafa Reşit Paşa vardı ortada, ne de Mehmet Emin Âli Paşa… Ve artık Kırım Savaşı’ndan beri Fransız ve Britanya kamuoyunda da Osmanlı’ya ilgi kalmamış, aksine anti-Türk politika gelişmekteydi. Aynı fedakârlığı gösteremezdi Batılılar. Başbakan Gladstone aşırı Türk aleyhtarıydı.

Ancak Berlin Kongresi’ne muhafazakârların lideri olarak Disraeli’nin gelmesi, imparatorlukta İngiltere’yle tekrar bir yakınlık sağlamıştı. Ama II. Abdülhamid’in çok realist ve zekice olan dış politika defterinde bile açıkça ortadadır ki, İngiltere ve Fransa, Osmanlı menfaatlerinin koruyucusu olmaktan çıkmışlardı. Bunu birtakım politik gelişmelerde de görmek mümkündür. Yeni çıkan İtalya bir müddet sonra Osmanlı karşıtı politikaların safına girecekti. Dolayısıyla Almanya’ya yakınlık veya yakınlık gösterisi bizim imparatorluk için önemliydi. 1908’e gelindiğinde en önemli olay gizli anlaşmaların bir şekilde sızmasıdır. Reval’den itibaren insanlar şunu düşünmektedir: “İmparatorluk parçalanacak, hatta başkentimiz kontrol altına alınacak, bunu önlemek için Almanya’ya yanaşalım.” Bu yaygın bir kanaatti, İttihatçı çevrelerde… Ve geçen zaman içinde, Versailles’daki anlaşmadan itibaren Alman İmparatorluğu kıtadaki en önemli rakibi Fransa’yı alt etmiş sayılmaktadır. Bir ara Rusya’nın Almanya’ya yanaşmasına rağmen bu ittifak İngiltere’nin manevralarıyla İngiltere-Fransa-Rusya ittifakına dönüştü.

1878’deki Berlin Kongresi’ne katılan ülkelerin temsilcilerini gösteren Anton von Werner’in tablosu.

Almanya ise ezeli rakibi Avusturya ile yakınlaşmaktaydı. Bu kozmopolit Tuna imparatorluğu içinde başta hariciye nazırı ve sonra Başbakan Kont Andrassy başta olmak üzere Macar partisi Almanya’ya yakınlığı desteklemekteydi. Dolayısıyla geleneksel Almanya-Avusturya münafereti ortadan kalkmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu için Almanya kaçınılmaz, hiç değilse gösterişte elde tutulması gereken bir müttefikti. Sultan Abüldamid devri için bunu şöyle özetleyebiliriz. Alman ittifakı gerçekten çok başarılı bir mizansendir, bir teatralitedir. Bunu ciddi olarak hayata geçiren İttihatçılar oldu. Bu çok açıktır. Diğer yandan Rusya ile bütün Hamidiye dönemi boyunca ortak bir kader paylaşılıyordu. Savaşın iki tarafa da getireceği bir şey yoktur. 1877-78 savaşı, yani 93 Harbi, Dışişleri Bakanı Aleksandr Gorçakov’un da dediği gibi Rusya’ya, “bu kadar asker ve ruble kaybına rağmen hiçbir şey kazandırmamıştır.”

İttifakın Perde Arkası

20. asrın başında Türkiye, Balkanlardaki son parçalarını elinde tutuyordu. Koca Bosna-Hersek itibari biçimde elimizdeydi. Bu tamamen elimizden çıkmış demek değildir. Oradaki Müslüman halk için imparatorluk hâlâ anlamlıydı. Vakıflar Osmanlı tarafından kontrol edilmekteydi, uleması İstanbul’la yakın ilişkideydi ve resmen şeyhülislama bağlıydı. Eğitim ve ideoloji bize yakındı. Bulgaristan kıtası aynı şekilde bir imtiyazlı beylik statüsündeydi. Güneyi elimizdeydi, bir süre sonra o da kuzeye katılmıştır. Burada II. Abdülhamid idaresi boyunca Balkan milletleri birbirine karşı kışkırtılmaktadır. II. Meşrutiyet’ten sonra bu hava bitmiş, tarihte belki de ilk ve son olarak Balkan milletleri bir araya gelmişlerdir. Sonuç malum, devlet Batı’da bugünkü sınırlarına çekildi. İtalya On İki Ada’yı, Yunanistan Midilli ve Taşoz gibi adaları aldı. Türkiye’nin bugünkü batı sınırları çizildi. Elimizde kalan bir Arabistan kıtasıdır. Burada Libya 1912’den beri, Mısır İngiliz işgalinden beri kontrolümüz dışındaydı. Elimizde Şarki Arabistan vardır.

Sultan Abdülhamid devri ve II. Meşrutiyet devri boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nda demiryolları gelişmiştir. Telgraf ve posta sistemi Tanzimat’tan beri İran gibi ülkelere göre başarıyla kurulmaktadır. Bu başarıyı ancak Rusya ve Hindistan ile mukayese edebiliriz. Biri İsveç’in diğeri İngilizlerin telekomünikasyon sistemini kullanıyordu. Eğitim reformlarına önem verilmektedir. Anadolu Sultan II. Abdülhamid devrinde maarif kurumlarına açılmaktadır. II. Meşrutiyet de bunu devam ettirmiştir. Asıl önemlisi Türk devletinin kafasını birinci derece meşgul eden milli eğitimdir. Memlekette mono kültürel bir tarım başlangıcı görülüyor. Öte yandan ordunun modernleşmesine yönelik bir kısmi sanayileşme vardır. Bunlar Anadolu’nun çehresini yavaş yavaş değiştirmeye başlayacaktır. Rumeli muhacirlerinin gelmesi Anadolu’nun zirai iktisadiyatını değiştirmiştir. Demiryolu boyunca zirai bakımdan kalkınan üniteler vardır.

Osmanlı İmparatorluğu ve ordusu bilhassa Balkan Savaşı’nda beklenmeyen ve politikanın yarattığı bozgundan sonra süratle modernleşmektedir. Bu modernleşmede şüphesiz ki Almanya’nın etkisi vardır. Ama sadece bizim için değil tüm Balkan ordularında aynı şey görülür. Bunların içinde Colmar von der Goltz Paşa gibi Türk zabitlerinin sevdiği, onlarla ruhen anlaşan, kurmaylık bilgisi ve öğretmen tarafı kuvvetli askerler de vardır. Zaten Goltz Paşa’nın hayatı da bizim Irak Cephesi’nde bitti, mezarı Tarabya’daki Alman sefaretindedir. Alman iktisadi sistemi sadece bir tercih değil, bir zorunluluk dolayısıyla nüfuz etmektedir. Alman bankacılık sistemi, İngiliz ve Fransızlarınkine göre çok daha aktif ve yaratıcıdır. Mesela başka bankalar tahsil edilemeyen alacakları yüksek bir komisyona göre alabilmektedir. Sanayide başkalarının yüz vermediği veya cesaret edemediği yatırımları krediyle desteklemektedir. Bunun içine Anadolu Bağdat demiryolu gibi çılgın projeler de girmektedir. Aynı zamanda bu demiryolu etrafına büyük sosyal ve zirai yatırımlar yapmaktadır. Mesela Çumra ziraatı için sulama kanalları ıslahı; hat boyunca sosyal tesisler, okullar açılması; sanayi için hammadde kaynaklarının işletilmesi ve hatta arkeolojik zenginliklerin yağması da buna dahildir. Türkiye arkeolojisi ile Alman arkeolojisi bir nevi rekabetin içindedir. 19. yüzyıl Türkiyesi bu bakımdan da alışılmış bir geleneksel ziraat ülkesi değildir. Bütün mesele Türkiye ziraatını sanayiye kanalize edememektedir. Ancak bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayabileceğimiz süreç için çok erken bir dönem.

Birinci harpte ısrarla kendimize müttefik arıyoruz. Bugünkü Avrupa Birliği çabasına benzetebiliriz. “Bu harpte müttefiklerle birlikte olmazsak bizi parçalayacaklar. Biz parçalanan Avrupa’nın içine girmeliyiz ki, paçayı kurtaralım” zihniyeti hâkimdi. İttihatçıları açıktan açığa ve kayıtsız şartız Almancılıkla itham edemeyiz. Bu Enver Paşa ve yakınları için doğru olabilir. Ama birtakım insanların tesiriyle önce Batı’ya yöneliyoruz. Fransa ve İngiltere, Türkiye’yi iyi tanımıyorlar. Çünkü Balkan’daki ricat olayının ordunun çağdışı kaldığına delil olduğu düşüncesindeler. Fransız jandarması ve İngiliz bahriye müşavirleri dışında Türk subayların ve askerlerin niteliğini tanıyan bir askeri muhit değildir. Onun için çok kolay bir şekilde “Ehliyetsiz müttefik düşmandan daha büyük bir yüktür ve zorluktur” prensibi etrafında Türkiye’yle bir araya gelmiyorlar. Halbuki Alman-Avusturya bloku Türkiye’yi tanıyor. İster Goltz Paşa’yı okuyun, isterseniz Avusturya Macaristan askeri müşaviri Pomiakovski’yi ya da iyi diplomat Avusturya sefiri Marki Pallavicini’nin raporlarını okuyun; Avusturyalılar da Almanlar kadar tanıyor Türkleri ve güvenilir, kararlı bir müttefik olarak değerlendirildiğini görüyorsunuz.

Josef Pomiakowski.

Dolayısıyla şartlar hazırdır. Almanya itilaf cephesini kazanamayan Türkiye’yi, Rusya’dan ürken ve kırgın Türkiye İmparatorluğu’nu yanına almaya hazırdır. Bu hazırlık sonunda, istisnai kaliteli bir münevver olan ama muhtemelen basireti bilgisiyle paralel yürümeyen Sadrazam Sait Halim Paşa’nın yalısında (Yeniköy Antlaşması’yla) gizli bir ittifak yapılıyor. Bundan ne Meclis üyelerinin haberi vardır, ne padişahın haberi vardır, ne de birçok nazırın. Harp için gizli ittifaka giren Türkiye’nin kabinesindeki Ermeni nazırlar durumu protesto edip ayrılıyor, bunlar Türk İmparatorluğu’na sadık ve seven unsurlar… Demek ki Ermeni seçkinleriyle Türklerin arasında kültürel ve yapısal bir beraberlik de var.

Türk Ordusu Revize Edildi

Netice itibariyle Alman askeri müşavirler Türk ordusunu modernleştirmiştir; bize çok pahalıya mal olan askeri mubayaanın Krupp’tan ve Alman askeri tesislerinden veya Avusturya’dan yapılması basit bir ticari entrika değildir. Elbette ki askeri müşavirlerin etkisi çoktur. Ama şunu da unutmayalım, Alman askeri sanayii üstündü. Savaş 28 Temmuz 1914’te başladı. Biz üç ay sonra, 29 Ekim 1914’te katıldık. Çok açık belirtilmiştir. Sözde bize sığınan ve satın aldığımızı söylediğimiz Göben ve Breslau yani Yavuz ve Midilli zırhlılarının fes giyilerek yerinden bırakılan Alman bahriye personelinin Karadeniz’e çıkıp izinsiz şekilde Rus limanlarını bombaladıkları hikâyesi doğru değildir ve alçaltıcıdır. Hükümetin bu resmi mazeretinin doğrusunu söylemek lazım. Hem Enver Paşa hem de bahriye nazırı olarak Cemal Paşa bu Alman komutan ve askerlere Rusya ve Kırım sahillerini bombalama emrini bizzat yazılı olarak verdiler. Savaşa böyle girdik. İtalya bile Mayıs 1915’te iyi ilişkiler kurduğu Alman-Avusturya blokuyla değil karşı cephede harbe girdi. Buna rağmen hazırlıksızdı. Savaşan birçok Balkan devleti, Romanya hele Yunanistan 1917’de savaşa girmiştir. Türkiye’nin acele savaşa girişi başlı başına bir hataydı. Almanya tarafında savaşa girişi ise daha büyük bir hatadır. Genelkurmay’daki başkan yardımcısı olan, o tarihteki Yarbay İsmet (Paşa) Almanya’nın Marne Cephesi’nde Fransızlar tarafından durdurulmasından ve sözde Schlieffen planının tatbik edilememesinden sonra Alman tarafında savaşa girmenin beyhude olacağını ve Alman kuvvetinin abartıldığını bildirmiştir. 

Alman Krupp silah fabrikalarından biri.

Yakın tarihçiliğimizde Yılmaz Öztuna’nın özellikle vurguladığı bu gerçek bugüne kadar okul kitaplarında bile yer almaz. Askeri tarihçiliğin umumun pek yararlanıp göremediği sahifelerinde kalmıştır. Gerçek o ki; Yarbay Mustafa Kemal Bey, Kâzım Karabekir ve birçok değerli kurmayın bu savaşı çılgınlık olarak niteledikleri, bilhassa Alman taraftarlığının isabetli olmadığını vurguladıkları malumdur. Savaşa girerken Almanların en önem verdikleri Türk silahı halifenin cihad ilanıydı. Yukarıdaki yorum sahibi Öztuna’nın vurguladığı bir gerçek de cihad ilanının kullanılmaması gereken bir silah olduğudur. Bu sözleri Beylerbeyi’nde gözaltında yaşayan sabık padişah II. Abdülhamid söylemiştir ve isabetlidir. II. Abdülhamid’in aksine Sultan V. Mehmed Reşat’ın İslam âleminde etkili bir isim olmadığı da açıktır. Nitekim Ağa Han gibi İslam dünyasının küçümsenmeyecek bir parçasının lideri İttihatçıların cihad ilan ettirmesinin ciddiye alınmadığını, çok fazla Almancı olduklarının bilindiğini söylemekteydi.

Orduda bir gençleştirme de vardır. Bir yandan kindar bir tenkisat da vardır. Hazin neticeleri de olmuştur. Örneğin Ali Nizami Paşa da paşalıktan indirilip bir daha general olmuştur. İşkodra müdafii Rıza Paşa da paşayken rütbesi tenzil edildi, bir daha paşa oldu. Bir gençleşme, düzene alma, silahlanma sonunda Türk orduları daha fazla savaşa hazır görünüyor. Osmanlı İmparatorluğu tarihinde ilk defa genel bir seferberlik ve genel bir askere alma görüyor. Bir kere medreselerin muafiyeti büyük gürültüye rağmen kalkıyor; ikincisi gayrimüslimler zaten kısmen askere alınıyordu ama genel askerlik sistemine tabi tutuldular; üçüncüsü bazı vakıfların bile gelirlerine el konuldu, şeyhülislamın gürültülü nümayişiyle protestosuna ve istifasına rağmen…

Birinci Dünya Savaşı sırasında hazırlanmışi Alman, Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Bulgaristan hükümdarlarını gösteren ittifak kartpostalı.

1.5 milyona yakın asker Osmanlı ekonomisi için, askeri sistemi için çok fazlaydı. Avusturya için de Almanya için de öyledir. Avrupa da fabrikaları, tarlaları erkeklerden boşaltıyor ama oralarda kadınlar hayata girebiliyor, daha eğitimli ve hazırlıklıdırlar. Her şeye rağmen üretim araçları daha mükemmeldir. Bizde ise öyle bir geçiş son derece sınırlı; kadın memurlar ve işçiler var ama yaygın olmayan bir uygulama. Ve aldığınız askeri hiçbir şekilde besleme kapasiteniz yok. İlk tedbir İstanbul’daki sivillerin bile evlerine emirber verilmesi oluyor. Çünkü onları tutacak yer yok. Hiç değilse bunları İstanbul’da tutalım, lazım olunca alırız. Bu askerin sevkiyatı, donanımı, teçhizatı çok mühimdir. Unutmayalım, Sarıkamış için batıdan sevk ettiğimiz asker yazlık üniformayla götürüldü. İnsana dayalı sevkiyatta ilk anda problemler çıktı. Fakat derhal Osmanlı ordularının eski kadroları, Balkan ve Trablusgarp’ta savaşan Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir, Esad Paşa, Şehzade Osman Fuat Efendi gibi askerler ortaya çıkabildiler.

Bu ordunun her şeye rağmen iaşe meselesini de bir ölçüde halledebildiği görülür. Çanakkale’deki askerin aç kalmadığı ortada, şehit ailelerinin de aç kalmadığı görülür. Bunlar her ay gidip tayınlarını alabildiler. Sevkiyat demiryolunun olduğu ölçüde başarılıdır. Doğu Cephesi’ne kaydığınız zaman ise aksi durum ortadadır. Sarıkamış’a orduyu yürütür ve askeri soğuktan telef ederken Suriye Cephesi’nde durum düzgündür. Çünkü 1905’te biten Hicaz demiryolu faydalı olmuştur. Bunlara rağmen Osmanlı ordusu birtakım Batılı ordulardan daha geniş bir cephede savaşmıştır.

Kanal Cephesi’ndeki yenilgi üzerine, Filistin Cephesi ve paralel olarak Mezopotamya Cephesi… Burada Kut’ülamare’de General Towshend’i kuşatarak kazandığımız zafer sonradan Britanya kuvvetlerinin yeniden toparlanmasıyla ters gelişmelerle devam etti. Rusya ile Sarıkamış’tan sonra bütün Doğu Anadolu’ya yayılan savaş, Enver Paşa’nın savaş kurmaylarının lüzumsuz gayretkeşliğiyle değerlendirdiği Galiçya Cephesi, savaşın sonunda İran’da Rusya ile yapılan savaş ve Kafkas Cephesi… Bahriyemizin sayıca zayıflığıyla Rusların yaptığı saldırılar, Trabzon ve Kastamonu Tekkeönüne’ne kadar saldırılar yapıldı. Cephelerde Osmanlı ordusu geniş ölçüde genç nüfusunu kaybetmiştir. Köydeki en iyi ziraatçı, kasabadaki en iyi zanaatçı ve mektep sıralarını boşaltan yedek subay kaybı; o kadar ki Sıddık Sami Onar hocanın hatıratından biliyoruz; Mercan İdadisi’ni bıraktırıp savaşa alıyorlar; savaştan sonra liseye döndüklerinde, “Ne lisesi, burada vakit kaybedilmez haydi Darülfünun’a,” diyorlar. Türkiye’nin bu savaşta kaybedeceği insan unsuru en önemli sorundu. 1940’ların sonuna kadar bir nesil boyunca kendisini hissettirmiştir. Birinci Cihan Savaşı, Türk halkı için en acı hatıralarla doludur. Cephede şehitlerin yanı sıra cephe gerisinde yokluktan, hastalıktan ölümler ve sıkıntılı bir hayat söz konusudur. Ama galiba Türk toplumu modern anlamda bir millet olma aşamasına burada dönmektedir. Bu onu birçok başka uluslardan farklı kılan yandır. Direnci artmıştır ve kimliği oturmuştur.

Yorum Ekle

Yorum yazmak için tıklayın